DEVA PARTİSİ Genel Başkanı Ali Babacan, KARAR TV canlı yayınında Ahmet Taşgetiren, Elif Çakır ve Yıldıray Oğur?un sorularını yanıtladı, gündeme dair görüşlerini paylaştı.
DEVA PARTİSİ Genel Başkanı Ali Babacan, KARAR TV canlı yayınında Ahmet Taşgetiren, Elif Çakır ve Yıldıray Oğur’un sorularını yanıtladı, gündeme dair görüşlerini paylaştı.
Ali Babacan'ın konuşmasından bazı satırbaşları şöyle:
“Türkiye’nin orta vadeli bir programa ihtiyacı var, hükümet ise günü kurtarmak derdinde.”
“Türkiye çok zayıf bir finansal ve ekonomik bünyeyle bu krize yakalandı. Merkez Bankasının bir zamanlar 136 milyar dolar olan rezervi 85-90 milyar dolara zaten inmişti, net rezerv ise 25-30 milyar dolara inmişti. Hatta bazı hesap metotlarıyla baktığımızda, Koronavirüs salgını öncesinde rezervin eksi olduğu görülüyordu. Tarihi yüksek genç işsizlik oranını biz yüzde 27 olarak bu kriz öncesinde gördük. Dolayısıyla Türkiye’nin durumu gerçekten kolay değil. Ama aşılmayacak da hiçbir kriz yok, biz en kötü krizleri yönettik. Ve Türkiye en kötü krizlerden en az hasarla çıktı.
2001 krizi biliyorsunuz çok kötü bir krizdi. Ben Bakan olduğum gün Hazine yüzde 66 faizle borçlanıyordu, enflasyon yüzde 29’du. Yüzde 29’luk enflasyonu biz iki yılda tek haneye indirdik ve paradan 6 sıfırı attık, iki yılda yaptık bunu. 34 yılın iki haneli, üç haneli enflasyonunu iki yılda tek haneye indirdik. Çözülemeyecek hiçbir sorun yok, hepsi çözülür, yeter ki akılcı işler yapılsın, bilim ön planda olsun ve Türkiye için doğrular yapılsın.
Şimdi bu son haftalarda Türkiye döviz açısından çok sıkışmış durumda. Bir yandan Merkez Bankası sürekli para basıyor ve bütçe açığını ancak öyle karşılıyor. Ama para bastıkça, bunun karşılığında döviz yoksa paranın değeri düşüyor; bunu gördük, yaşadık. Değerinin çok çok düştüğü bir Türk Lirası var şu anda karşımızda.
Peki, ne yapıldı bugüne kadar derseniz? Sermaye hareketleriyle ilgili, döviz transferleriyle ilgili ve uluslararası finans kuruluşlarının Türkiye ile olan işlemleriyle ilgili ciddi kısıtlamalar getirildi. Aslında Türkiye’nin finans piyasası kademe kademe kademe dışarıya kapatıldı. Özetle sermaye hareketini sınırlıyorsunuz, bu ne yapıyor? Türkiye’den döviz çıkışını bir miktar frenliyor. Ama döviz çıkışını frenleyen bir ülkenin yarın dünyadan dövizi nasıl sağlayacağıyla ilgili büyük bir soru işareti oluşuyor.
Eğer Türkiye’ye para getiren insanlar ben bugün paramı geri alabilecek miyim acaba diye sormaya başlarsa, şüpheler uyanmaya başlarsa, Türkiye uzunca bir süre uluslararası sermaye çekemeyebilir.
Mevcut yabancı sermayeyi, içerideki parayı tutarsınız, sınırlarsınız, ama ileride sermaye gerektiğinde, finansman gerektiğinde o kaynaklar Türkiye’ye nasıl bakacak? Bunlar çok önemli konular. Güveni zedelediğiniz zaman onun geri oluşması yıllar alır. Hükümetin bunlara çok dikkat etmesi lazım. Günü kurtarmak için yapılan işlerin uzun vadede Türkiye’nin kredibilitesini, Türkiye’nin güvenirliliğini zedelememesi lazım. Ama şu anda o kaygının olduğunu ben görmüyorum maalesef. Bugün paçayı kurtaralım, şu kuru bir yerlerde tutalım da gerisini sonra düşünürüz gibi bir yaklaşım var ve bu doğru bir yaklaşım değil.
Üstelik ister adı swap anlaşması olsun, isterseniz uluslararası finans kuruluşlarından bir kredi sağlayın, döviz kaynağı ne olursa olsun Türkiye’nin bu krizden çıkışta ne yapacağıyla alakalı, çıkış senaryosunu içeren bir orta vadeli programın acilen ortaya konulması lazım.
Eğer bir orta vadeli program acilen ortaya konmazsa, ister gelen döviz rakamı 5 milyar olsun, ister 10 olsun, ister 20 olsun bunun etkisi sınırlıdır. Hazıra dağ dayanmaz. Elden gelen öğün olmaz, o da vaktinde bulunmaz; bunlar hep bizim önemli atasözlerimiz. Her yerde geçerlidir.
Türkiye’nin öncelikle kendisine çekidüzen vermesi lazım. Öncelikle düzgün bir ekonomik programı ortaya koyması lazım, kurumlarının güvenini inşa etmesi lazım. Bugün Merkez Bankamız başta olmak üzere bağımsız kurumların birçoğu maalesef önemli ölçüde kredibilitesini yitirdi. Günlük iç siyaset neyi gerektiriyorsa, bağımsız kurumlar talimat üzerine teknik olarak doğru olup olmadığına bakamadan gereğini yapmak zorunda kalıyorlar. Kurumlarımızın güvenirliliği de maalesef çok çok aşınmış durumda. “
“Türkiye’yi kapatarak yönetemezsiniz”
“Türkiye’nin petrolü yok, doğal gazı yok, Türkiye’nin büyümesi, ulaşması gereken refah seviyesi için Türkiye’nin elinde şu anda hazır bir finansman yok. Bu finansman yabancı sermaye olarak dünyadan gelecek. Ancak ister BDDK olsun, ister diğer kuruluşlar olsun son dönemde aldıkları kararların tamamı Türkiye’yi dışarı kapatan kararlar.
Bu kararlar niye alınıyor? Döviz çıkmasın dışarı diye alınıyor. Peki, Türkiye’deki dövizi gelip çıkaramayan birisi yarın ihtiyaç olduğunda Türkiye’ye niye döviz getirsin, niye parasını riske atsın; bunları düşünmek lazım.
Türkiye ancak dışa açık bir ekonomi olduğu sürece büyüyecektir. Türkiye’yi içine kapatmak Türkiye’yi küçültür, fakirleştirir, bunun altını çize çize defalarca söyledim, iki aydır da sürekli söylüyorum.
Türkiye’yi kapatarak yönetemezsiniz. Türkiye’deki özgürlükleri sınırlarsanız, Türkiye’deki düşünce hayatını sınırlarsınız, Türkiye’deki bilimi sınırlarsınız, ilim adamlarını sınırlarsınız, Türkiye bilim üretemez, ilim üretemez, yeni fikir üretemez, orayı kısırlaştırırsınız. Finansal olarak, ekonomik olarak, ihracat-ithalat olarak Türkiye’yi kapatırsanız, bu sefer Türkiye’nin ekonomisini kısırlaştırırsınız, küçültürsünüz, daraltırsınız.
Şu olabilir tabii: Hükümet çıkıp ilan edebilir; biz yalnız ve fakir bir ülke olmak istiyoruz. Dünyada bize bizden başka dost yok, herkes düşman. Düşünün ki, 200 daireli bir sitede oturuyorsunuz ve 199 tane düşmanım var diye ailenizin içinde anlatıyorsunuz. Çocuklar bakın, tüm site bize düşman, 199 tane aile bize düşman, bütün daireler bize düşman, biz bize yeteriz. Böyle bir ailenin psikolojisini düşünün. Şu anda Türkiye’de oluşturulmaya çalışılan psikoloji budur. 200 ülkelik bir dünyada yalnızlaşan, herkesi düşman ilan eden, kimseyle konuşamayan, ihtiyacı olduğunda kimseden gerekli desteği bulamayan bir ülke haline geldik, bu yazıktır, günahtır, bunun sonu fakirleşmektir.”
“Asıl sorunumuz kötü yönetimdir”
“Türkiye’nin tek çıkışı, alnının teriyle, bileğinin gücüyle çalışmak, üretmek, ihraç etmektir.
Bakın, bizim ilk devraldığımız 2002 yılında Türkiye’nin ihracatı sadece 36 milyar dolardı, biz bunu 3-4 yıl gibi çok kısa bir süre içerisinde 100 milyar doların üzerine çıkarttık. Üstelik bunu Türk Lirasının dolar karşısında değerlendiği bir dönemde yaptık.
2008-2009 krizinde Avrupa kasıp kavrulurken biz büyüme rekorları kırdık ve bütün dünyada parmakla gösterilen ülke olduk. Hatta çok meşhur oldu, benim Davos’ta katıldığım büyük bir panelde, Davos’taki o en büyük salonda Financial Times’ın Başyazarı bana sordu, nasıl başardınız diye. Soru bu ve ertesi gün bütün gazetelerde manşetti bizim çözüm formüllerimiz. Bunların hepsini yaptık, yine yaparız, çözümler çok zor çözümler değil.
Koronavirüs pandemisi bütün dünyayı olumsuz etkiliyor, ama bir yandan da eksi faizli likidite var şu anda dünyada. Türkiye Cumhuriyeti Devleti olarak biz dövize yüzde 6-7-8 faiz öderken, hemen yanımızda Bulgaristan eksi faizle borçlanabiliyor. Avrupa’daki pek çok ülkenin borçlanma faizi şu an da yüzde 0, yüzde yarım, yüzde 1. Bu kadar bol bir likidite var ve bizde de genç yetişmiş bir insan gücü var. Yani un var, şeker var, bütün malzeme hazır, ama helva yapmakta güçlük var, çünkü Türkiye iyi yönetilmiyor. Asıl sorunumuzun kaynağındaki mesele maalesef bu kötü yönetimdir.”
“ 15 Temmuz sonrasında hukuk devletine yakışmayan pek çok iş yapıldı.”
“KHK konusu önemli bir konu, oldukça çok sayıda vatandaşımızı ilgilendiriyor. Türkiye’de 15 Temmuz 2016’da çok ağır bir sendrom yaşadık. Özellikle devlet yapısı için büyük bir sendromdu, sosyal yaşamımız için büyük bir sendromdu ve o sendromun etkileri en az 2 yıl sürdü. Devlet yapısını da biraz içine kapattı, oldukça emniyetli tarafta olmaya sevk etti ve açıkçası bu yapılırken de hukuk devletine yakışmayan pek çok iş yapıldı.
Bu uğurda evrensel hukuk ilkelerinden şaşılmaması lazım. Bizim genel yaklaşımımız; bağımsız ve tarafsız yargı tarafından suçu tespit edilmedikçe her vatandaşımız suçsuzdur şeklindedir.
Ancak, devletin özellikle yönetim kademelerinde, bir miktar dikkatli olmakta büyük fayda var. Herkes yönetimde olmak zorunda değil, herkesin eline böyle çok güçlü farklı yetkiler vermek zorunda değilsiniz. Ama insanların bir ekmek parası derdi var, insanların içinde bulunduğu bir sosyal çevre var. İşte bir apartmanda oturuyor, 20 tane, 30 tane, 40 tane komşusu var, o ailelerin çocukları var. Yani sağlam delile dayanmadan, bir yargı kararına dayanmadan insanların bir kısmını, belli sayıda vatandaşı böyle dışlayıcı, toplumda adeta damgalayıcı, sosyal yapının dışına itici bir tutum da asla evrensel hukuk ilkeleriyle örtüşen bir tutum değil.
Burada hakkaniyetli olmak lazım, öte yandan da devletin özellikle karar verici o üst yönetim noktalarında da çok dikkatli ve ihtiyatlı olmak lazım. Çünkü bu tür yapılar tamamen sönmüş, ölmüş, bitmiş yapılar değil. Dikkat edilmezse FETÖ yeniden canlanabilir, bu konuda herkesin uyanık olması lazım.
Öte yandan da, bu tür yapılarla böyle işler iyiyken ortak, iş tersine dönünce düşman, bu da doğru değil. Toplumun tümünün, bu vatandaşlarımızın tümünün devlet yönetiminde temsil edilmesi lazım. Toplumun tümü kendisini devlet yönetiminde en üst kademelerde bile görebilmesi lazım. Belli bir kesimi dışlayan, öteleyen, belli bir kesime devlet yönetiminde hiç yer vermeyen bir tutum doğru değil. Türkiye’nin farklı bir toplumsal coğrafyası var, farklı etnik kimlikler olabilir, farklı inanç grupları olabilir, farklı mezhepler olabilir, bu Türkiye’nin sosyolojisidir ve bunların mutlaka temsil edilmesi lazım. Ama hiçbir devlet biriminde de bir öbeklenme, bir grubun, bir hemşeri grubunun ya da bir yapının öbeklenmesi ve oranın adeta kendi içinde minik bir bağımsızlık alanı, minik bir yönetme alanına gelmesine kesinlikle izin vermemek lazım. Devlet hukukla yönetilir ve fırsat eşitliğine dayanan bir kamu personel rejimiyle yönetilir.”
“Kayyum atama meselesi ile ilgili olarak devlet hukuk devletine yaraşır bir şekilde hareket etmek zorundadır.”
“Bu kayyum atama meselesini parti programımızda da çok açıkça yazdık. Biz bu konuya ilkesel olarak bakıyoruz. Her bir belediye başkanıyla ilgili konu nedir, dosyalarda neler vardır bilemeyiz, ama hükümetin tek taraflı olarak ve hiçbir yargı kararına bağlı olmadan bir belediye başkanını görevden alıp da onun yerine atanmış bir kişiyi koymasına ilkesel olarak karşıyız.
Bağımsız ve tarafsız yargı eğer yaptığı incelemede, soruşturmada gerçekten ciddi suç unsurları bulduysa, yargı kararı kesinleşmese bile hakim tedbiren belediye başkanının görevden almasını talep edebilir. Kesin hükümle bu iş kalıcı hale de getirilebilir.
Yine bizim mevzuatımızda açık bir konu vardır ki, orada seçilmiş bir sürü belediye meclis üyesi var, yani belediye meclis üyelerinden niye bir başkası düşünülmüyor da hükümetin tek taraflı atadığı bir kişi oraya belediye başkanı, kayyum başkan olarak atanıyor?
Şimdi bunların hepsi ciddi soru işareti. Bunlarla belki günü kurtarırsınız, devletin elinde bazı bilgiler olabilir, istihbarat bilgisi olabilir, ama devlet hukuk devletine yaraşır bir şekilde hareket etmek zorundadır.
Hele hele seçilmiş bir belediye başkanı demek arkasında bazı yerlerde 5 bin kişinin, bazı yerlerde 500 bin kişinin, bazı yerlerde 5 milyon kişinin oyu var demektir. O kişinin arkasında bir irade vardır, bir toplumsal irade vardır. Halkın iradesi oradadır. Bu seçim öyle çok yıllar önce olan bir seçim de değil, daha geçen sene Mart ayında yapılan bir seçimden bahsediyoruz. Taze bir irade var orada ve bu toplumun iradesi. Eğer bunu böyle alışkanlık haline getirirseniz seçimleri anlamsızlaştırırsınız. O zaman Türkiye’nin bazı bölgelerinde insanlar artık sandığa gitmemeye başlar. Oysa ki demokrasilerde halkın sözü sandıktadır. Eğer sandığı siz anlamsızlaştırırsanız o zaman insanlar başka yöntemler, başka çıkış yolu aramaya başlar.
Bizim yapmamız gereken bu ülkenin vatandaşlarının demokrasiye bağlılığını, bu ülkenin vatandaşlarının seçime inanmasını, seçimlere güvenmesini, seçimlerin sonucuna güvenmesini sağlamaktır. Aksi halde bu tip atamalar memleketi tam da terör örgütünün istediği sonuca doğru götürür. İnanın ki bunlar terör örgütünün hoşuna gidiyordur. Diyordur ki; tamam bak demokrasi diyordunuz, hak diyordunuz işte ne oldu? İşte seçime gittiğiniz de oy kullandınız da ne oldu? Verdiğiniz oylar ne oldu? Yarın bunu propagandasını yaparlar o bölgede. Buna niye izin vereceksiniz ki?
Devlet terör örgütüyle adam akıllı mücadelesini verir, her türlü mücadelesini verir, ama kendi ülkesinde de hukuk devletine yakışır şekilde hareket eder, demokrasinin temel ilkelerini özünü mutlaka korur ve kendi vatandaşlarına da özgürlük alanını olduğu gibi açar. Devlete yakışan budur. Yasaklarla ben yaptım oldu, ben dedim oldu demekle yönetmeye başlarsanız, uzun vadede hem toplumsal yapımıza hem demokrasimize hem de ülkenin genel anlamda güvenliğine büyük zararı dokunur.”
ARTUKLUHABER AJANSI-ANKARA