Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. İlyas Doğan, Ermeni diasporasının Türkiye karşıtı çalışmalarında artık başarılı olamayacağının hukuki olarakta netleştiğini belirterek, ?Diaspora, Ermeni kimliği inşa etmek için başka araçlar bulma
Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. İlyas Doğan, Ermeni diasporasının Türkiye karşıtı çalışmalarında artık başarılı olamayacağının hukuki olarakta netleştiğini belirterek, “Diaspora, Ermeni kimliği inşa etmek için başka araçlar bulmak zorundadır” dedi.
Prof. Dr. Doğan, TBMM’ye ait olan Mustafa Necati Kültür Evi’nde düzenlenen Uluslararası “Hukuk Boyutuyla 1915 Olayları” konulu konferansta konuştu.
Prof. Dr. İlyas Doğan’ın konuşması şöyle:
“TBMM’ye ait olan Mustafa Necati kültür Evi’nde Bu konferansta değinilecek konular Türk vatandaşlarının yurt dışında sıkça karşılaştıkları ama cevabını bilgi eksikliğinden dolayı vermekte zorlandıkları sorulara da bir nevi cevap olma özelliği taşımaktadır. Ancak ben burada yapacağım değerlendirmeleri bir hukukçu sıfatı ile yapacağım. Bu nedenle irdelemelerimi somut verilere dayandırmayı amaçlıyorum. Nedir bu veriler? Bunları kısaca devletlerin uygulamaları ve uluslararası mahkemelerin kararları olarak özetleyebilirim.
Değerli katılımcılar, bir konuda her türlü siyasi değerlendirme yapılabilir. Bu değerlendirmeler birbiriyle çelişebilir veya zamanla değişikliğe uğrayabilir. Ancak uluslararası hukukta bu değişim çok daha seyrektir ve aradan uzun zaman geçmedikçe ani değişiklikler pek mümkün olmaz. Ancak şuna dikkat çekmeliyim ki hukuki açıdan değerlendirmelerin sonuçları kalıcıdır ve günlük hayatımıza yansır. Bu nedenle hemen herkes değerlendirme yapsa da ortada hukuki bir bağlayıcılık olmadıkça konu tartışmalı olamaya devam etmekle kalır.
Özellikle Ülkemizde ve dünyanın bazı bölgelerinde her nisan ayında 1915 Olayları çok geniş bir şekilde basın organları ve sosyal medyada yer bulmaktadır. Türk basınında bile sanki mesele karşı olmak veya taraf olmaktan ibaret gibi anlaşılmaktadır. Oysa bir tartışmanın anlamlı olabilmesi için somut dayanakların bulunması çok önemlidir. Türk kamuoyunun yazar-çizerlerinin 1915 Olaylarının özellikle hukuki boyutu konusunda yeterince bilgi sahibi olmadıklarını ne yazık ki söylemek durumundayım. Bu bilgi eksikliğinden dolayı da Türk basını konuyu susarak veya hamasi karşılıklar bularak geçiştirmeye çalışmaktadır. Oysa buna hiç gerek yok. 1915 Olaylarında uluslararası hukuk ve bugün egemen olan hukuk anlayışı Diasporanın hayalindeki beklentileri karşılamaktan son derece uzaktır.
Hukukun ana bir kuralı vardır: Her olay gerçekleştiği dönemde var olan hukuk kurallarına göre değerlendirilir ve ona göre bir yargıya varılır.
1915’te biraz daha gerilere gitmek istiyorum: Bugünkü Namibya ya da güneybatı Afrika olarak bildiğimiz ülke Almanya’nın sömürgesiydi. Almanya bu ülkedeki hammaddeyi daha yoğun biçimde gemilere ulaştırmak için demiryolu inşa etmekteydi. Bunu yaparken yerli halkları Nama ve Herero’ların topraklarına fiilen el koymuş ve karşılığında bu insanlara hiçbir ödeme yapma gereği duymamıştı. Yerli halklar bu duruma tepki olarak Alman çiftlik sahiplerinin toplantısına baskın düzenleyerek 126 kişiyi katlettiler.
Bu olaydan hemen sonra Alman Keiser’i II. Wilhelm, Namibyaya özel yetkili bir general atadı. Bu sırada yerliler isyana son vermek için bu komutana başvurdular. General Trotka onlara Keiser Wilhelm’in telgrafını okuyarak taleplerini geri çevirdi. Telgrafta “Herero ve Namaların tümüyle ortadan kaldırılması” emredilmekteydi. Bu emrin gerçekliği konusunda hiçbir kuşku ya da tartışma yok. Böylece 1905’te bu iki halk Kalahari Çölünde bir ölüm yürüyüşüne zorlandılar. Onların su içmelerini önlemek için su kuyularına zehir atıldı. Sonuçta bu iki halk tehcire tabi tutulurken tamamen kendi başlarına hayatta kalma mücadelesi vermeye zorlandılar ve tehcir edilenlerin %85’i çölde susuzluk ve açlıktan yok oldu. 1990’da Namibya bağımsızlığını kazandıktan kısa süre sonra Almanya Cumhurbaşkanı Prof. Dr. Roman HERZOG bu ülkeye bir ziyaret gerçekleştirdi. Bu ziyaret sırasında konu gazetecilerce gündeme taşındı. Roman HERZOG soruları şöyle cevapladı: O tarihte devletler hukukunda tehcir bir suç olarak düzenlenmediği için Almanya’nın hiçbir şekilde sorumlu tutulamayacağını açıkça ilan etti.
Geliyoruz 1915 Ermenilerin tehcirine. Aslında Osmanlı Devletinin Ermeniler için uyguladığı bu idari tedbir tehcir değildir. Tehcir sınırdışı etmek anlamına gelir. Avrupa’da istenmeyen etnik veya dini gruplar geçmiş yüzyıllarda hep sınırdışı edilmişlerdir. Yani ülkeden atma şeklinde bir nüfusun yaşadığı topraklardan zorla çıkarılması söz konusudur. Osmanlı Devletinin yaptığı bu değildir. Osmanlı Devleti Hükümeti Ermenileri o tarihlerde bir Türk toprağı olan bugünkü Kuzey Suriye topraklarına nakletmiştir. Yani bir tehcir değil zorunlu nüfus nakli söz konusudur. Zorunlu nüfus nakli niçin yapılmıştır? Bunun cevaplarını tarihçiler yeterince açıklıkta vermişlerdir. Elinizde bulunan Kafkas-Rus Dosyası adlı çeviri kitapta Ermenilerin 1903 öncesinde Kafkasya’da Osmanlı Devleti ve Türklere ve hatta Müslüman Kürtlere ne tür düşmanca eylemler gerçekleştirdikleri konusunda kısa bilgilere ulaşmak mümkündür.
Hem 20.yüsyıl başlarında hem de günümüzde belli şartlar altında her devlet kendi vatandaşlarının yerleşme ve seyahat haklarını kısıtlama yetkisine sahiptir. Osmanlı Devleti 1915’te gerçekleştirdiği zorunlu nüfus nakli ile hiçbir uluslararası veya ulusal kanunu çiğnemiş değildir. Bu tasarrufun bugünden geçmişe hukuka aykırı hale getirilmesi mümkün değildir. Hatta Uluslararası Adalet Divanının 3 Şubat 2015 günü verdiği Hırvatistan/Sırbistan kararına göre savaş sırasında bir bölgenin nüfustan arındırılması savaşta olağan karşılanması gereken üstünlük kurma stratejisidir. Düşününüz 2015’te bile savaştaki ülkenin kendince sakıncalı bulduğu bir nüfusu bir bölgeden zorla çıkarması (UAD kararında Hırvatlar 4 Sırp kasabasını Hırvatistan Milli Güvenlik Kurulunun verdiği karar gereği top ateşi altına almıştır ve 200.000 insan bölgeden bir-iki günde çıkarılmıştır) hukuka aykırı sayılmamıştır.
Devletler hukukunda bir yasaktan ya da suçtan söz etmek için devletlerin uygulamaları belirleyicidir. 1944’te Sovyetler Birliği Çeçen ve İnguşları Şubat ayında, Kırım Tatarları Mayıs, Karaçayları Kasım, Ahıska Türkleri Kasım ayında sürgün edildiler. Daha da ilginci Almanya Savaşı kaybettikten sonra 4,5 milyon Alman asıllı nüfus Çekoslovakya, Romanya, Macaristan ve Polonya’dan Batı Almanya’ya sınırdışı edildiler. Yani savaş bittiği ve bu devletler açısından Alman nüfus bir tehlike arz etmediği halde böyle bir uygulama gerçekleştirilmiştir. Hatta Almanların sürgün edilmesi kararı 1945’te Postdam’da bir araya gelen ABD; Fransa, İngiltere ve Sovyetler Birliği tarafından kararlaştırıldı. Uluslararası kamuoyu bun olayları tartışmaya gerek duyuyor mu? Hayır! Yani sürgün İkinci Dünya Savaşı sonrasında da devletlerce sıkça başvurulan araçlardan biriydi. Bu acı gerçek 1996’da Robert Muharremi tarafından BM için hazırlanan “sürgünün uluslararası hukuktaki konumu” başlıklı raporda da itiraf edilmektedir.
Bugün, yani halen yaşadığımız günlerde Suriye yönetimi kendisine muhalif nüfusu ülkesinden atmış, yani tehcir etmiştir. Ama bugünkü durum hukuki bakımdan değişmiştir. 2003 Temmuz ayında Uluslararası Ceza Mahkemesi Statüsü artık yürürlüktedir ve bu Sözleşmenin 7.maddesinde “tehcir” suç olarak yer almıştır. Yani Suriye yöneticilerinin tehcirden dolayı yargılanmaları gerekmektedir.
2003 öncesine kadar sürgün bir uluslararası sözleşmede suç olarak düzenlemediği halde Diaspora neden bu görüşü ısrarla sürdürmektedir? UAD 1993-1995 yıllarındaki tehciri bile suç olarak görmediği halde burada amaç ne olabilir?
Bir kere biraz önce verdiğim örneklerin sözüm ona büyük devletlerin dikkatini hiç çekmemesi buna karşılık Türkiye üzerinde yoğunlaşılmasının birçok siyasi sebebi vardır. Bunları siyasetçiler açıklayabilirler. Fakat benim kanaatim Diaspora’nın amacının özel mülklerin iadesi ve tazminat talebine dönük olduğu yönündedir.
Asıl sorun Ermenilerden kalma mülklerin iadesi sorunudur. Daha somut söylemek gerekirse; Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı sırasında düşmanla işbirliği yaparak vatana ihanet suçu işlediği veya komşularına karşı öldürme, yağma, gasp, tecavüz gibi suçlardan işlediği için cezalandırmaktan korkarak Türkiye’yi terk edenlerden kalma mülklerin iadesi konusu. Türkiye Lozan görüşmeleri sırasında İngiltere delegasyonunun düşmanla işbirliği yapan Ermeni çetecilerinin geri dönmesine izin verilmesi ve mallarının iade edilmesi için ısrar ettiği bilinmektedir. Aynı şekilde Türk Delegasyonunun başkanı İsmet İnönü’nün bu talepleri açık bir dille reddettiğini de bilmekteyiz. İsmet İnönü malların iadesi ve Ermeni çetecilerinin geri dönüşünü reddederken iki gerekçeye dayanmıştır bunlar; devletler hukukunun bir devletle kendi vatandaşları arasında yaşanan sorunlara müdahil olamayacağı ve çetecilerin vatandaşı oldukları vatanlarına ihanet ettikleriydi.
OSMANLI DEVLETİNİN TEHCİR KARARINDAN TÜRKİYE SORUMLU TUTULABİLİR Mİ?
Her ne kadar 1915’te zorunlu yer değiştirme uygulaması devletler açısından suç olmasa da bir an için suç olduğu varsayılsa bile bundan Türkiye Cumhuriyeti sorumlu tutulamaz. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı Devletinin devamı değil, halefi, yani mirasçısıdır. Uluslararası hukukta selef devletin –bir an için varsayım olarak öyle kabul edilse bile- hukuka aykırı fiillerinden sorumlu tutulmaz. Ama selef devlet başka devlet ya da kuruluşlardan kredi almışsa bundan sorumlu olur.
Ayrıca Osmanlı Devleti tehcir sırasında ihmali olanları İstanbul Mahkemeleri diye bilinen mahkemede yargılayıp idam dahil çok sayıda kişiye ceza vermiştir. 2003’ten beri yürürlükte olan Uluslararası Ceza Mahkemesi Statüsüne göre bu Statüde yer alan suçları işleyenleri cezalandıran devlet üzerine düşeni yapmış kabul edilmektedir.
Tehcirle ilgili olarak İngiliz Başsavcılığı iki yıla yakın bir süre belge ve delil araştırması yapmış fakat dava açmaya yeterli delil bulamadığı için takipsizlik kararı vermiştir. Hatta bunu İngiliz Dışişleri bakanlığından gelen aksi yönde davranılmasını isteyen şifreli talimata rağmen yapmıştır. Malta Yargılamaları olarak bilinen bu konu bütün ayrıntılarıyla Uluslararası Hukuk Boyutuyla 1915 Olayları adlı çalışmanın ikinci kısmında yer almaktadır.
Osmanlı Devleti 20.yüzyılda gerçekleşen diğer tehcir ve sürgünlerin aksine yapılan her işlemi ve yaşanan her olayı kayda geçirmiştir. Bu da Ermenilerin yok edilmek istenmediğini kanıtlar. Zorunlu iskan esasen geçici bir tedbir olarak düşünülmüştür. Nitekim 1918’den itibaren geri dönüşler tamamlanmıştır. Mülklerin tamamına yakını iade edilmiştir. Olayı travmaya dönüştüren Ermeni liderlerinin Kurtuluş Savaşında da düşman devletler safında yer alıp vatanlarına karşı savaşmalarıdır.
TÜRKİYE CUMHURİYETİ TEHCİRDEN SORUMLU TUTULABİLİR Mİ?
Öncelikle tehcir kararını alan Osmanlı Hükümetidir. Bu karardan dolayı Türkiye Cumhuriyeti sorumlu tutulamaz. Kurtuluş Savaşında Fransız askeri birliği sıfatıyla Türk halkına karşı savaşanların kendileri cezalandırılma korkusu ile vatanı terk etmişlerdir. Türkiye Cumhuriyeti bunların mülkiyet haklarını devlet mülkiyetine aktarmıştır. Bu defter 1928’de kapanmıştır. Bu konu sayın Hasan Güner’in Ermenilerin Emval-i Metrukesi adlı eserde ayrıntılı olarak açıklanmıştır.
Lozan Antlaşmasının yürürlüğe girdiği 6 Ağustos 1924 tarihinde Türkiye’de bulunmayan Ermeniler vatana ihanet ettiği gerekçesiyle mülkiyet haklarından mahrum bırakılmışlardır. O dönemdeki uluslararası hukuk anlayışına göre böyle bir uygulama hukuka uygundur. Her devlet kendisine ihanet eden, birlikte yaşadığı komşularına ağır zararlar veren vatandaşlarını cezalandırma yetkisine sahiptir. Bu durum dün de öyleydi bugün de durum değişmemiştir. Örneğin 1945’te yukarıda değindiğin ülkelerden Batı Almanya’ya sürgün edilenlerin mülkiyet hakları ortadan kaldırılmıştır ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de bu konuda yapılan şikayetleri reddetmektedir. Konunun ayrıntılarına Uluslararası Hukuk Boyutuyla 1915 Olayları adlı eserden ulaşılabilir.
Ermeni Diasporası sürgün edilen Almanların AİHM’de başarısız olmalarını göz önüne alarak böyle bir yola başvurmak yerine Türkiye üzerindeki siyasi baskıyı arttırmak ve Türkiye’deki mahkemelerin yanlış karar vermesi fırsatını kullanmaya çalışmaktadır. Bir kere şu husus çok açıktır: Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kendisine özel mülkiyet iddiası ile açılan davalarda şu hususa bakmaktadır; iç hukuka göre böyle bir mülkiyet hakkının varlığından söz edilebilir mi? Yani Türk kanunlarına göre 1928’de ortadan kalkmış olan mülkiyet hakkını 1950 tarihli Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine göre kurulmuş AİHM canlandıramaz.
AİHM önünde bir sürpriz nasıl gelişebilir? Mahkeme özel mülkiyete ilişkin şikayetlerde kanunların yanı sıra ilk derece mahkemelerinin kararlarına da bakmaktadır. Yani ilk derece mahkemesi bir mülkiyet iddiasını var kabul etmişse AİHM de bu yönde karar verebilir. Temyiz mahkemesinin kararı bozmasının bir önemi yoktur. O halde hakimlerimizin önlerine gelen mülkiyet davalarında Osmanlı toprak hukuku kurallarını çok iyi bilmeleri gerekiyor. Bu husus sayın Salahaddin Kardeş’in “Tehcir”ve Emval-i Metruke Mevzuatı adlı eserde yer almaktadır. Osmanlı toprak hukuku mevzuatına göre günümüzdeki anlamda özel mülkiyet sadece ev ve küçük bahçe yapmaya yetecek büyüklüktedir. Yani 500 metrekareden daha büyük arazi devlete aittir. Mirî arazi denen bu toprakların kullanıcıları bir nevi kiracı durumundadır ve devlet bu hakkı iptal ettiğinde bu sıfat sona ermektedir. Bu nedenle 1926 öncesine ait vatandaşlıktan çıkarıldığı için ellerindeki toprakları devlete aktarılanların mirasçılarının onlarca ya da yüzlerce dönüm arazilerin iadesi için açtıkları davaların hukuki bir temeli yoktur. Hakimlerin bu gerçekliği göz ardı etmemeleri gerekmektedir. Bu durum Türk siyaset ve devlet adamlarınca da göz ardı edilmemelidir. Aksi takdirde bilgisizliğin yol açtığı ağır sonuçların hesabını vermek mümkün olmayacaktır.
1928 öncesinde devlete aktarılan gerçek kişilere ait özel mülkiler yeniden diriltilebilir mi? Türkiye açık bir irade ortaya koyarak tıpkı azınlık vakıflarının mallarının iadesi gibi bir kanunla bunu yapabilir. Ama bunu yapanların halka bu konuyu izah etmeleri, Kafkasya ve Balkanlarda kalan Türklere ait özel mülkiyet haklarının neden takip edilmediği sorusunu cevaplandırmak zorunda kalacaklardır.
Türkiye devleti yöneticileri özür dilerse bu durum uluslararası hukuk mekanizmaları ile denenecektir. Bu nedenle özür dileme sadece masum bir gönül almadan daha geniş kapsamlı sonuçlar doğuracaktır. Bu durumda Kafkasya ve balkanlarda yaşayan Müslüman halkı koruyamayan, onları vatanlarında tutmaya gücü yetmeyen Türkiye Müslümanlar ve Türklerden de özür dilemelidir. Muhtemeldir ki dış dünya Türkler ve Müslümanlarla ilgili kısmı Türkiye’nin yayılmacılık girişimi olarak niteleyecek veya görmezden geleceklerdir. Ermeniler açısından ise Diasporanın maaşlı tanınmış hukukçularına ve mali uzmanlarına hazırlattığı yüzlerce milyar dolarlık tazminat taleplerinin karşılanmasına sıranın geldiği, koro halinde seslendirilmeye hızla başlanacaktır.
Son değerlendirme; Türk devlet ve siyaset adamları bir asır boyunca başarıyla dik duruşlarını korumuşlardır. Bunu sürdürmelidirler. Mahkemelerimiz mülkiyet iddialarına dayalı açılan davalarda Osmanlı hukuk kurallarını iyice tetkik ederek adalete uygun kararlar vermelidirler.
Ermeni Diasporası için 3 Şubat 2015 tarihli karardan sonra yapabilecek şey kalmamıştır. Çünkü bu kararda Dasporanın ileri sürdüğü bütün iddialar Hırvatistan-Sırbistan örneğinde incelenmiştir ve sonuç Diasporanın beklentisinin tam aksi yönündedir. Çünkü bu karara göre sürgün savaş sırasında olağandır, göç sırasında grubun havadan bombardımana tabi tutulması savaşın olağan sonuçlarındandır, savaş sırasında yaşanan yağma gibi olaylar savaşın dolaylı sonucudur. Topluca bombardımanla bir grubun öldürülmesi bile soykırım değildir demektedir ve bu durumu “ölenlerin sayısı azdır” şeklinde açıklamaktadır. Karardan özetle aktardığım sonuçlardan Ermeni Diasporası için çıkarılabilecek tek sonuç; Diaspora, Ermeni kimliği inşa etmek için başka araçlar bulmak zorundadır.
Son söz Diaspora 100 yılda başaramadığını artık başaramayacaktır. Yeter ki Türk devletinin yetkilileri fahiş bir yanlışlık yapmasınlar.”
ARTUKLU HABER AJANSI-ANKARA