İçinde bulunduğumuz çağda dünyayı en çok meşgul eden ve meşgul ederken onu değiştiren/dönüştüren kavramlardan “neoliberalizm, küreselleşme ve kalkınma” büyüklerin her gece yatmadan önce okudukları birer masal kahramanları gibiler adeta. Masal şu; dünya bir dönüşümün eşiğindeydi; küreselleşme dalgası dört bir yanı sarmıştı; mevcut ekonomi politikaları tıkanmıştı ve kalkınmayı gerçekleştiremiyordu; kısacası dünya devletleri bir krizin eşiğindeydiler, eski bildikleri yetersiz kalıyordu ve ne yapacaklarını bilmiyorlardı; bu noktada hikâyemizin esas oğlanı neoliberalizm geldi ve bizi kurtardı. Acaba öyle mi?
Küreselleşme tüm dünyayı tekdüze bir hayata taşıdı ki, Paris’de yaşayan insanla, Sudan’ın çöllerinde yaşayan arasında bir fark kalmasın; sonra kalkınmayı sağlayacak politika ve kurumları tasarladı ki, yarınlar şimdiden çok daha farklı biçimlerde inşa edilebilsin. Gerçekten bu masala inandık. Kazandıkça kaybettiğimizi göre göre inandık hem de.
13 Mayıs 2014’de Manisa’nın Soma ilçesinde kömür madeninde çıkan alevler, hepimizin tabiri caizse yüreğini dağladı. Soma’daki ihmal bize gösterdi ki, kazanma hırsı, emeğin, alın terinin, insanın ve toplumun çoktan önüne geçmiş; insan hayatı umarsızca tehlikeye atılabilecek kadar da büyümüş. Öyle bir büyümüş ki, 301 insanın ihmaline varabilecek bir dereceye çıkmış.
Peki, nerede kaybettik? Nerede kaybettik de bugünlere geldik? Emek, hakkaniyet, adalet gibi kavramlar neden tartışmaya açılamıyor? “Alnının teri kurumadan hakkını vermek” ne anlama geliyor? İşçi-işveren ilişkisi neden kurumsallaşamıyor? Sömürü üzerine inşa edilen kazanma hırsı neden insanı ihmal ediyor?
Bugün yaşadığımız dünyada sanat, felsefe ve toplumbilim çerçevesinde yaşanan dönüşümlerin temelinde, emek kavramının tarihte hiç olmadığı kadar insana yabancılaşması ve bu yabancılaşmanın yarattığı sorunlara çare bulunamaması yatıyor. Ayraç yazarları olarak İbn Haldun’dan Wall Street’e, David Harvey’den Gosta Esping’e emek kavramını işledik.
İyi okumalar dileriz.