MARADONA: O’nunla 1980’de Uruguay’da konuşan ilk Türk gazeteci bendim
Beynindeki bir damarda pıhtı oluşması nedeniyle ameliyat yapılan ünlü futbolcu Diego Maradona, taburcu olduktan sonra geldiği evinde geçirdiği kalp krizi nedeniyle hayatını kaybetti.
Maradona için, ’Dünyanın en iyi futbolcularından biri’ diyenlere katılıyorum ama, ‘Dünyanın en iyi futbolcusu’ diyenlere katılmıyorum.
O’nu ilk seyreden ve O’nunla ilk konuşan bir Türk gazetecisi olarak ‘Tam bir futbol cambazıydı’ diyebilirim.
İyi bir insan olup olmadığı konusuna açıklık getirmek için de, Uruguaylı futbol hakemi Edgardo Codesal’ın şu sözlerini belirtmekle yetiniyorum: “65. dakikada Monzon’a kırmızı kart gösterdiğimde bana bağırıp FIFA’nın hırsız olduğunu söyledi. Onu da oyun dışına göndermeliydim. O şimdiye kadar tanıdığım en kötü insan. Eğer kuralları uygulasaydım onu maç başlamadan önce oyundan tüm stada hakaretten ihraç etmeliydim. Maradona,” diyerek, karşılaşma öncesinde ülkesinin milli marşını ıslıklayan Almanya taraftarlarına küfür etti ve orta parmağını gösterdi.’
Maradona Arjantin’de yapılan 1978 Dünya Futbol Şampiyonası’nda yoktu. O zaman Arjantin’in yıldızı Mario Kempes idi. Maradona, bir sonraki yıl ismini duyurmaya başladı ve Uruguay’da 1980 sonunda başlayan Mini Dünya Kupası’nda yıldızlaştı.
Mini Dünya Kupası, Dünya Kupası’nın 50’nci yılı anısına 30 Aralık 1980 – 10 Ocak 1981 tarihleri arasında Uruguay’ın başkenti Montevideo’da düzenlendi. O döneme kadar Dünya Kupası’nda şampiyonluk yaşayan altı takım; Arjantin, Batı Almanya, Brezilya, İngiltere, İtalya ve Uruguay davet edilse de, İngiltere’nin katılmaması sebebiyle turnuvaya Hollanda dahil oldu. Ev sahibi Uruguay finalde Brezilya’yı yenerek ve tüm maçlarını kazanarak şampiyon oldu. Uruguaylı Waldemar Barreto Victorino 3 golle ilk gol kralı oldu. Federal Almanya’nın puan alamadan ve İtalya’nın galibiyet alamadan turnuvayı kapatması sürpriz oldu.
Takımlar, üçer takımdan oluşan iki gruba ayrıldı ve tek maç üzerinden lig usulü turnuva sistemiyle grup maçları oynandı. Açılış maçı 30 Aralık 1980’de 65.000 kişinin izlediği Montevideo Centenrio Stadı’nda oynandı ve ev sahibi Uruguay, Hollanda’yı 2-0 yendi.
Gruplarını ilk sırada tamamlayan Uruguay ile Brezilya finalde karşı karşıya geldi. Rakibini Jorge Wálter Barrios Balestrasse ve Waldemar Barreto Victorino golleriyle 2-0 yenen ev sahibi Uruguay, tıpkı ilk Dünya Kupası’nda olduğu gibi, bu ilk turnuvanın da şampiyonu oldu.
Turnuvanın yıldızı tabii ki Maradona idi. Bu turnuvaya Türkiye’den katılan tek gazeteci bendim. Montevideo’dan geçtiğim haber ve fotoğraflarım, sekiz sütunluk imzam ile yayınlanıyordu.Yani, bu turnuvada Maradona nasıl yıldızlaştıysa, naçizane şahsım da Türkiye’de o derece ünlenmiştim.
Maradona ile görüşmek, her gazetecinin ilk arzularından biriydi. Turnuva başlamadan önce izlediğimiz bir antreman sırasında, tüm gazeteciler Maradona’yı takibe almışlardı. Ama ben, Maradona’nın gazetecilerden kaçacağını tahmin ediyordum. Yanımda duran Telegraaf gazetsinin fotoğrafçısına kendi makinemi vererek, ‘Bak ben giriş kapısını tutacağım. Maradona aranızdan kaçarsa ben O’nu kapıda yakalarım. Benim için deklanşöre bir kere bas yeter. Ondan sonraki iş sizin’ dedim.
Düşündüklerim aynen gerçekleşti. Herkesin arasından fırlayan Maradona çıkış kapısına ulaştığı zaman benim açık kollarım ile karşılaştı. Kendisine, ‘Dur bakalım, burada tüm gazeteciler seni bekliyor, nereye kaçıyorsun’ dediğim Maradona’yı durdurdum. Gazeteciler kendisi ile en az yarım saat konuşma fırsatı bulmuş oldular.
Maradona ile çakilmiş olduğum filmi Hürriyet’e göndermek için hemen havalimanına gittim ve filmin içinde bulunan zarfımı kargoya verdim.
Daha sonra karşılaştığım Telegraaf gazetesinin muhabiri Jan de Deugd bana, ‘Sen neden hep futbolcularla fotoğraf çektiriyorsun’ diye sordu. Ben de kendisine, ‘Bak, ben dünyanın bir ucunda gerçekleşen eden bir organizasyonu takip ediyorum. Benim ülkemdeki insanlar bunu televizyonlardan ve gazetelerden takip ediyorlar. Böylesi önemli bir organizasyonu benim de yakından izlediğimi göstermem lâzım’ dedim.
Bunun üzerien bana, ‘Sizin okuyucunuzun size güveni yok demek’ diyen Jan de Deugd, ertesi gün kendi gazetesinde yayınlanan röportajı ile bana karşı madara oldu. Zira, ertesi gün elimize geçen Telegraaf gazetesinde, Maradona ile tam sayfalık bir röportaj yayınlanmıştı. Çok iyi biliyorum ki, antreman çıkışındaki konuşmalardan başka, Maradona hiç kimse ile görüşmemişti. Ben de Hollandalı meslektaşıma, ‘Ne oldu Jan, sana çok güvenen okurlarını böyle mi aldatıyorsun’ demeden edemedim.
İzlediğim, Avrupa ve Dünya Şampiyonalarından ikisi…
Şimdi gelelim Maradona’nın, ‘Dünyanın en iyi futbolcusu’ olup olmadığına.
Her zaman yazmış ve söylemişimdir. Benim için dünyanın en iyi futbolcusu Johan Cruyff’tır.
Zamanınızı alacağım ama, Cruyff için yazdığım görüşümü burada yinelemek istiyorum.
Vakit bıldukça okuyunuz.
13 Kasım 1968’de oynanan maçı Ajax 2-0 kazanmıştı. Ama bu maçın bir de rövanşı vardı. İşte onun için ertelediğim Amerika seyahatimi askıya aldım. Rövanş maçında da Ajax 0-2 galip gelmişti.
O zaman Johan Cruyff’a ‘Sarı Fare’ adını ben koymuştum. Sarı olduğu için değil, rakiplerini bir fındık faresi gibi yediği için.
Düztabandı Johan Cruyff. Bu nedenle askere alınmadı. Ama aynı ayaklarla fotbol sahalarında bale yapıyordu adeta. Bunu, düztaban ayaklarını gösteren bir fotoğraf ile haber yapmıştım.
Yazımı biraz daha uzatıyorum ama zevkle okuyacağınızı sanıyorum:
Şimdi yeni nesil okurlarımız diyecekler ki: ´Sen ne anlarsın futboldan?´
Evet bu çok yerinde bir soru.
Eski nesil bilir ama, yeni nesil bilmez.
Benim futbol dünyasındaki yaşamım 1967´de başladı.
Benim gibi yurtdışında gazetecilik yapanlar, gazetecilikte muhabirliğin ve yorumculuğun her dalına konmuşlardır.Yurt içindekiler gazeteciliği, ya spor, ya ekonomi, ya politika veya magazinci olarak yaparlar.
Kaldı ki biz yurtdışındaki gazeteciler, haberciliğin her türlüsüne dalış yapmışızdır.
Yani, yurtdışındaki muhabirlerin bilgi ve deneyim dağarcığı, bu nedenle yurt içindekilerden daha zengindir.
Önce, özellikle yeni nesil okurlarım için futboldaki otoritemi kısaca anlatayım. Gençlik çağımda, Mersin´de sadece Ulus Gazetesi´ne politika yazarken, 1967 yılında geldiğim Hollanda´da Tercüman gazetesine muhabir oldum. İşte, futbol muhabirliği ve daha sonra futbol yazarlığı yaşamım böyle başladı.
Fenerbahçe tam 10 Kasım günü Schiphol´a inmişti. Futbol heyecanı 10 Kasım´ı unutturmuş ve havaalanında saz çalınmış, dansöz oynatılmıştı. Aynı gece Amsterdam´daki İstanbul Restaurant´ta Ajax ve Fenerbahçe ekibi eğlenmişti.
Ben, talimat üzerine özellikle Johan Cruyff, Piet Keizer ve Jack Swart ile ilgileniyor ve röportajlar yapıyordum. Pek de sarışın olmayan Johan Cruyff´a ´Sarı fare´ lakabını takmıştım. Sarı olduğu için değil, bir fındık faresi gibi rakiplertini yiyip bitirdiği için.
1970’li yıllarda, çok yakından takip ettiğim Ajax’ı o zamanki başkanı Jaap van Praag, beni onur üyesi olarak kaydetmiş ve bir de loca vermişti. Çoğu zaman, Cruyff’ın 14 numaralı formasını giyer ve antremanlara katılırdım. İşte böyle antremanların birinde Piet Keizer ile görüntülerim.
Spor muhabirliğim, daha sonra transfer olduğum Hürriyet gazetesinde devam etti.
´Árap Samim´ lakaplı, şimdi rahmetli olan Samim Var ağabeyimiz, dünya futbolunun duayen yazarlarındandı. Samim ağabey ile pek çok spor etkinliğinde beraber çalıştım. Samim ağabey gerçekten dünyada bir simgeydi. Hiç unutmam. Bir Real Madrid-Ajax maçı için birlikte Madrid´e uçmuştuk. Bizi havaalanında kim karşıladı biliyor musunuz?
Söyleyeyeim: İspanya Futbol Fererasyonu Başkanı.
Başkan bizi aynı gece bir balık lokantasına götürdü. Masamıza denizden ne çıktıysa getirdiler. Tabağıma konan sülükleri yemek istemeyince, Samim ağabeyimin ´Ye ulan, yemezsen çok ayıp olur” deyişini ve benim de o sülükleri yiyişimi hiç unutamam.
Samim Var gibi bir ustanın yanında pek çok şampiyonaları izledim ve deneyim kazandım. Daha sonra 1974 Almanya, 1978 Arjantin, 1982 İspanya, 1990 İtalya ve 1994 ABD´deki Dünya Futbol Şampiyonaları, 1976 Yugoslavya, 1980 İtalya, 1984 Fransa, 1992 İsveç ve 2000 Hollanda-Belçika Avrupa Şampiyonalarını izledim ve yazdım. Ayrıca 1980´de Uruguay´da Yapılan Mini Dünya Şampiyonasını da Hürriyet adına izleyen tek Türk gazetecisiydim. Öyleki, Hürriyet´teki imzalarım 9 sütun büyüklüğünde yayınlanırdı.
Böylece 6 Dünya, 7 de Avrupa Şampiyonası izlemiş bir gazeteci oldum.
Spor yazarlığım Fotospor ve Fanatik gazetelerinde sürdü.
İşte benim futbol geçmişim böyle.
Bugün gazetelerde ve televizyonlarda okuduğunuz ve izlediğiniz spor yazarları ve spikerlerinin yüzde 80´ni benim yakın dostlarımdır.
Eskiden gazetecilikten kazandıkları paralarla karınlarını doyuramayan arkadaşlarımız, televizyon kanallarının çoğalması ile birlikte çok para kazanır duruma geldiler. Bunlardan bazıları biraz şımardılar. Yorum yaparken ahlak ve insaf sınırlarını aştılar. Bir antrenör veya futbolcuyu tenkit ederken, kişiliklerine saldırdılar ve onların ekmek kapılarını kapatmaya çalıştılar.
Futbolcu veya antrenör için eleştiri yapmak başka şey, “Kovun bu adamı, ne işi var bu kulüpte” demek başka bir şeydir. Ama ne yazık ki, bazı yorumcu arkadaşlarımız egolarını tatmin etmek için başkalarının ekmek parasıyla oynayacak düzeyde yorumculuk yapıyorlar.
Bir şey daha var. Yıldız futbolcular iyi oynamadan da takıma yarar sağlarlar.
Chevcenko, İbrahimovic, Ronaldo, Ronaldinho ve Inzaghi gibi futbolcular her maçta iyi mi oynuyorlar ? Ama bu futbolcular, futbolu çok iyi bilen teknik adamlar tarafından 90 dakika sahada tutuluyorlar.
9367,77%3,72
34,58% 0,33
36,23% 0,01
2987,83% 0,88
4956,37% 0,00