METİN AKGÜN


Tabiat ve Kültürel Mirasa Sahip Çıkmak Mesuliyetimizdir

Tarih ve kültür, bir topluluğun kimliğinin temel taşlarıdır. Bir kentin veya köyün tarihi ve kültürel değerlerinin korunması, o topluluğun geçmişiyle bağını sürdürmesine ve kimliğini oluşturmasına yardımcı olur.


 Tabiat ve Kültürel Mirasa Sahip Çıkmak Mesuliyetimizdir 

 

 

Tarih ve kültür, bir topluluğun kimliğinin temel taşlarıdır. Bir kentin veya köyün tarihi ve kültürel değerlerinin korunması, o topluluğun geçmişiyle bağını sürdürmesine ve kimliğini oluşturmasına yardımcı olur.

Tarihi ve kültürel mirası korumak, gelecek nesillerin geçmişi anlamalarına ve takdir etmelerine yardımcı olur. Bu mirasın korunması, tarih bilinci oluşturmak için eğitim fırsatları yaratır.

Tarihi ve kültürel alanların korunması, turizm için önemli bir cazibe merkezi oluşturabilir. Turistlerin ziyaret etmesi, bölgenin ekonomisine katkıda bulunabilir, iş fırsatları yaratabilir ve gelir getirebilir.

Tarihi ve kültürel alanların korunması, toplum üyeleri arasında birlik ve dayanışmayı teşvik edebilir. Bu alanları korumak, bir toplumun ortak bir amaç etrafında bir araya gelmesine yardımcı olabilir.

Tarihi ve kültürel alanların korunması, gelecek nesillere zengin bir miras bırakmayı sağlar. Bu miras, geçmişin anıları ve değerleri üzerine inşa edilen bir miras olabilir.

Bu öngörüler ve akademik kriterler ışığında uzun zaman Elazığ Necip Güngör Kısaparmak MTAL müdürlüğü yapan, daha sonra yönetmelik gereği rotasyon sonucu Gazi MTAL’de okul müdürü olarak görevinde bulunan, halen Elazığ Mesleki Eğitim Merkezi Müdür olarak görevine devam etmekte olan,  yapan gönül ehli olup, çevre duyarlığı ile camiada ve çevresinde fark yaratan Ali CANPOLAT ile geniş bir yelpazede sohbet ettik.

Bu sohbet bizi, Kovancılar Çaybağı Nahiyesi (Karaçor) Kuşçu köyüne dek götürdü. Büyük dayımın Çaybağı’nın son Nahiye Müdürü olması yönüyle çocukluğuma giden bir etkilenmişliğimi, 1994 yılında müfettiş olarak görev yaptığım süreçteki hatıralarımı canlandırdı. Daha sonra özel bir ziyarette

Aziz dost Ali CANPOLAT’ın hatıralarını naklettiği süreçte, çocukluğuna dönük anlattıklarını nefsimde yaşadım, dayımın anlattığı hatıraları arasında…

Ali Bey’in  anlatıları sonrası özel bir ziyarette nefsimde de yaşadım Çaybağını, KUŞÇU köyünü…

Bütün tazeliği ile Ali Bey’in anlattıklarını düşünüyorum; Bütün tazeliği ile hatırımda kalan cümlelerinde;

Kovancılar Çaybağı Nahiyesi (Karaçor) Kuşçu köyü. 1963 yılı temmuz ayının sıcak bir gününde insanların tarlada güneşin altında ekin biçtikleri bir günde doğduğum ve daha yedi yaşında iken şehre (Elazığ) ailemin göç etmesiyle geride bıraktığım köy. Yine Elazığ’a yerleşmiş olmamıza rağmen 30’lu yaşlara (dedemin vefatına) kadar sık sık ziyaret ettiğim, havasını teneffüs ettiğim, suyunu içtiğim, çok verimli olmayan topraklarından emeğiyle geçimini sağlayan, toprağına bağlı insanların yaşadığı sade bir köy. Bölgede yeterli kaynak suyu olmasa da birçok köye rağmen doğal çeşmelerinden suların bol aktığı, çeşme yakınlarında yer alan söğüt ağaçlarının serin gölgelerinde yoldan geçen insanların mola verdiği; düz arazisinin sadece mezra olarak bilinen kısmında yer alan ve daha çok dağ yamaçlarına sırtını yaslayan tarlalarının bol olduğu köyüm. Yine sırtını bir dağ yamacının en alt sınırına yaslamış ve dağların arasındaki derin vadide akan çayına bakan köyüm. Kışın yağmur ve kar sularıyla coşan, yazın ise kuruyacak kadar azalan suyuna güvenilerek zamanında beş un değirmeninin sıralandığı Kuşçu çayı. Son yıllarda küçükbaş hayvanların dağlarındaki meşeleri yok etme riskiyle karşı karşıya bıraktığı ve artık meşe mantarı toplayamayacağım Kuşçu köyü.

Bir zamanlar büyüklerimizin, geçmişte atalarımızın maruz kaldığı açlık tehlikesini baharda dut meyvesinin olgunlaşmasıyla atlattıklarını dile getirdikleri cümleleri hâlâ kulaklarımda. İşte dut ağacının bu değerine bağlı kalınarak bolca yetiştirilen dut ağaçları, köy yerleşim yerinin çoğunlukla güney doğu kısmında yer almaktaydı. Köy yerleşim yerinin tam karşısındaki dağın zirvesine yakın dik bir uçurum kenarında duran ve her an Kuşçu çayına kayacakmış gibi eğilen ardıç ağacı. İşte sizlere köyümüzün en yaşlı ve en eski ağaçlarından bahsetmek için bu uzun betimlemeyi yaptık…

Dut ağacı, meyvesiyle ve meyvesinden elde edilen pekmeziyle bir zamanlar açlık tehlikesini atlatmanın simgesi olmuştur. Kaldı ki ülkemizde dut ağacı bazı bölgelerde ipek böceklerini besleyen yaprakları nedeniyle ve gıda sektöründe çokça kullanılmasıyla da değerlidir. Bu nedenledir ki atalarımızın -bir zamanlar dut ağacının bu değerini bilerek- bu köye belki de ilk diktikleri ve yetiştirdikleri ağaç, dut ağacıdır. Öyle ki bolca dikilmiştir. Bu itibarla köyümüzde her ailenin yeterince dut ağacı vardı. Ama bu dut ağaçlarından bazıları köyümüzün tarihinin veya geçmişinin ne kadar eski olduğunu da bizlere sunmaktadır. Köyümüzün en eski ailesi olarak atalarımızdan kalan iki dut ağacının görselini ve fiziki olarak boyutlarını sizlerle paylaşmak istiyorum. Çocukluğumun ilk yıllarının geçtiği dedeme ait evin 50 metre aşağısında bulunan dut ağacının gövdesinin çevresi (fotoğrafta) 7,5 metre, iç kovuğunun çapı ise yaklaşık 2,4 metredir. Gövdesinin üzerindeki dallar odun ihtiyacı için belli aralıklarla budanmaktadır. Çünkü bu budama yapılmadığında gövdenin devrilme ve ağacın yok olma riski de bulunmaktadır.

Köyümüzün en eski ikinci dut ağacı ise dardağan mevkiinde, köyün en önemli su kaynağının yanı başında olan ve görselde de görüldüğü üzere ineklerin kovuğunda serinlemek için mola verdiği ağaçtır. Aynı zamanda ne yazık ki geçmişte, kovuğunda çobanların ısınmak için yaktıkları ateşle tutuşan ve bir bölümü zarar görerek yok olan dut ağacı.

Köy yerleşkesinin tam karşısında dik bir uçurumun kenarında bulunan ardıç ağacı ise yaşı bilinmez ağaçlardandır. Yine çocukluğumda bu ağaca zarar vermek, bu ağacı yakmak isteyenlerin başlarına gelenler de bir mit gibi hikâye edilerek anlatılırdı. Bu nedenledir ki bu ağaca kimse zarar vermeyi aklından bile geçiremezdi. Bundan dolayı bu ağaç hep ilgimi çekmiştir. Köyümüzün, hatta bildiğim çevre köylerin arazisinde bu ağacın bir eşi olmadığı için tür olarak kendi içinde tek başınadır. Dik yamacı birçok kez tırmanarak, manevî bir güç yüklenen bu ardıç ağacının yere uzanan dallarında oturarak dinlenmişimdir. (Maalesef bu dal yerde kurumuş durumdadır.) Köyümüze her gittiğimde bu ağaca uzaktan da olsa bakarım. Geçmişte aldığı tüm darbelere, bulunduğu dik yamaçtaki risklere karşı sanki çok tedbirli ve sağlam bir şekilde kökleriyle toprağa tutunmuş olarak çevresine güven verdiğini görürüm. Bu ardıç ağacından köyde başka da yoktur. Hatta bildiğim çevre köylerde de görmedim. Zaman zaman bu ağacın tek başına tarihe nasıl meydan okuduğunu düşünür ve kaç yüz yılı geride bıraktığını merak ederiz...

 

İşte bu gün sizlerle yukarıda bahsettiğimiz iki dut ve bir ardıç ağacı olmak üzere  üç ağaç üzerinden köyümüze dair betimleme yapmamızın temel nedeni de bu ağaçların yaşlarının “Tabiat Varlıklarını Koruma Genel Müdürlüğü”nce incelenmesi temennisinde bulunmak ve yine bu ağaçların yaşlarının tespitiyle köyümüzün kuruluş tarihine ulaşmaktır.

Çocukluğumda İstanbul Türkçesine yakın Türkçenin konuşulduğu ve köydeki yer adlarının hep Türkçe olduğu (Heybeli Bağ, Değirmen Önü, Orman, Diken Çukuru, İbrahim Paharı, Zeyni’nin Tepesi, Ali Ağanın Taşı, Sırt Yolu, Hatun Tarlası, Mağara vb.)  bilinen köyümüzün yaklaşık olarak ne zaman yerleşim yeri olarak seçildiğini tespit edebilmektir. Dut ağacının anıt ağaçlar sınıfına girip girmediğini bilmesem de ardıç ağacının anıt ağaçlar sınıfında olduğunu biliyorum. Ancak kanaatime göre görseldeki dut ağaçlarının da anıt ağaçlar sınıfında değerlendirilmesi ve koruma altına alınması gerekmektedir. Orman Bölge Müdürlüğümüzün ilgili birimlerinin köyümüzün tarihini sessizce sunan bu ağaçlarını incelemesini temenni ederim.

 

 Kalın sağlıcakla.

 

METİN AKGÜN-ELAZIĞ