Bize Özümüzden Utanmamızın Öğretilirken, Batıyı-Avrupa’yı Tanıyor muyuz?
“Özümüzden Utanmamızın Teşvik edildiği, Modellemeler Yapılarak Öğretildiği Bir Süreçte, Avrupa'da Köle Çocuk Gerçeğinin Ne Kadar Biliyoruz?”
Türkiye’de ahlaksızlıkları meşrulaştıran, normalleştiren, TV programları ve diziler her geçen gün artıyor. Ahlaki dejenerasyonun had safhaya çıktığı televizyon dizileri, bizi biz kılan değerlerimizden koparan, en ahlaksız ilişkileri topluma meşru ve normal göstermeye odaklı diziler, filmler, çağdaşlık kılıfı altında gösterilirken, normal ve olağan yaşam örnekleri olarak göstermeye çalışıyor.
Hayatı yaşarken öğrenen, istikbalimizin teminatı olacak çocuklarımız, hayatı yeni yeni tanımaya çalışırken, pek çok sahneleri yasak olması gereken bu dizi ve programları izleyerek, kendi öz değerlerinden uzaklaşarak büyürken, o taptaze beyinleri, farkında olmadan zehirleniyor...
Bu süreçte; “medeniyetin beşiği, çağdaşlığın namütenahi modeli olarak lanse edilen, imrendirilen, sübliminal öğrenme suretiyle, aslında karanlık ve utanç dolu dünlerini dahi, imrenilerek minik beyinleri etkileyen “BATI” yeterince tanınıyor mu?
“Heidi”, İsviçreli yazar Johanna Spyri tarafından 1880 yılında yayımlanmış bir çocuk kitabıydı… Sonraki süreçte çizgi film ile evlerimize misafir olan “HEIDI”, tam adıyla Heidi, Girl of the Alps…
Johanna Spyri’nin Kitabında anlattığı, Japon Anime Olarak medyada yayınlanması ile ününe ün katan Heidi, beş yaşında tatlı bir kız çocuğudur. Bir yaşında annesini ve babasını kaybetmesi üzerine, beş yaşlarına kadar teyzesinin yanında kalmıştır. Fakat teyzesi Dete, güzel bir iş fırsatı yakaladığı için onu dedesinin yanına bırakmak zorunda kaldığını, Heidi'nin teyzesi Dete, bir gün Heidi'yi görmek için Alp Dağları’na geldiğinde, zengin bir ailenin sakat kızına arkadaşlık yapması için Heidi’yi, (istemeyerek de olsa) Almanya'nın Frankfurt şehrine götürdüğünü, burada evin kızı olan Clara ile iyi anlaşsa da, orada sürekli emirler veren, otoriter bir kişiliğe sahip olan dadı Bayan Rottenmeier ile olan maceralarını anlatırdı…
Zannediyorum, bu satırları okuyan yetişkinlerimizin birçoğu, “HEIDI” kitabını okumasa da, çizgi film dizisini hatırlayacaklardır.
Televizyonlarımızda yayınlandığı dönemde, O dönem çocuklarımızın ilgi ile izledikleri, bekledikleri filmlerden idi…
Peki bu filmin, tarihteki karşılığı olan, gerçeği, “AVRUPA'NIN KARANLIK TARİHİ: KÖLE ÇOCUK” gerçeğini kaçımız biliyoruz?
Verdingkinder... anlamını pek çok İsviçrelinin bile bilmediği, bilenlerin ise konuşmaya çekindiği bir kelime. Verdingkinder kelimesi, "sözleşmeli çocuk" olarak çevrilebilir. “Verdingkinder kelimesi” arka planında gerçekte çok büyük acılar gizlidir. Bu kelime, İsviçre'nin toplumsal tarihinde hatırlanmak istenmeyen acı bir gerçeğin simgesidir.
Peyniri, çikolatası, Alp dağları ve bu dağlarda çıplak ayakları ile sağa sola koşuşturan Heidi'si ile meşhur, özgür ve zengin İsviçre, 18. yüzyılın sonundan 1960'lı senelerin başına kadar çocuk emeği sömürüsünün benzerine az rastlanan bir biçiminin uygulama alanı olmuştu.
Avrupa'nın ortasında çocuklar, özel pazarlar içerisinde, köle ticaretini aratmayacak bir şekilde satılmaktaydı. Batı'nın çok sayıdaki insani eksikliklerinden yalnızca bir tanesi olan bu uygulama, sözde doğrudan demokrasinin olduğu, insan hak ve hürriyetlerinin korunduğu İsviçre gibi bir ülkenin çok yakın tarihinde, bunun bir tür kölelik sistemi olduğu ancak 1974 senesinde idrak edilince, bir yasayla kaldırılmıştır.
Bu konu uzun yıllar İsviçre'nin konuşmaktan dahi kaçındığı bir tabu haline gelmiş, üstü örtülmüş, hâlâ da örtülmeye devam edilen bir konudur. 1800'lü yıllarda tarım henüz makineleşmemiş ve tamamen insan emeğiyle yapılabiliyorken, İsviçre'de çiftliklerin ucuz iş gücü ihtiyacını karşılamak için devlet ve kilise farklı bir yöntem geliştirmişti…
Verdingkinder, yani sözleşmeli çocuk işçiler... Devlete borcu olanların, boşanan çiftlerin ve farklı etnik kökenden gelenlerin çocukları, anne babası ölmüş veya ailesi ceza evinde olan çocuklar veya kendisi suç işleyen çocuklar devlet ve kilise onayıyla ve aracılığıyla çalıştırılmak için başka ailelerin yanına yerleştirilirdi.
Papazların önderliğinde ailelerden toplanmış olan çocuklar, çiftliklere kiralık olarak verilir veyahut şehirlerde kurulan çocuk pazarlarında 4 yaşındaki çocuklar bile, ev ve çiftlik işlerinde çalıştırılmak için satışa çıkarılırdı.
Genellikle ucuz işi gücü ihtiyacı olan çiftlik sahipleri tarafından satın alınan bu çocuklar, anne ve babalarından bir daha görüşmemek üzere ayrılıyorlardı. Bu andan itibaren artık çocukları arayan, sorunlarını dinleyen, tecavüze uğradıklarında veya işkence gördüklerinde sahip çıkan olmazdı.
Bu çocuklar diğer aile bireyleriyle yemek yiyemezlerdi. Dayak, sıradan günlük bir olaydı. Pek çoğu yeni aileleri tarafından kötü muameleye tabi tutuluyor, psikolojik ve fiziksel olarak istismara uğruyordu.
Okul ve eğitim, pek çoğu için hayaldi. İçlerinde küçücük çocukken tecavüze uğramış olanlar, hasta olduğu zaman doktora götürülmediği için ölenler normal vaka olarak kayıtlara geçiyordu.
Böylece ahırlarda hayvanlarla birlikte yaşayan, çoğu kez yalnızca bir çuvaldan ibaret elbiseleri içinde yalın ayak ve hemen her zaman aç olan bu çocuklar toplumsal hayatın, olağan, alışılmış bir parçası olarak kabul gördü. Çünkü onlar devlet politikasıyla, bu toplumun gözünde suç işleyen, boşanan, fakir ailelerden kurtarılıp özgürlüğe ulaştırılan çocuklardı.
Tarihçi Marco Leuenberger, I. Dünya Savaşı sırasında Bern kantonundaki çocukların yaklaşık %10'unun bu statüde olduğunu belirtiyor.
1930 yılında tüm tarım işçilerinin %20'si 15 yaş altındaki çocuk köle işçilerdi. Bunların içinde 35.000'in gün ışığına çıkarıldığı, gerçek rakamın bunun 2 katından fazla olduğu tahminleri tarihi kayıtlarda yer alıyor…
1920, 1970 yılları arasında bu şekilde yabancı ailelerin yanında yetişmiş sözleşmeli çocuk sayısı yüz binlerle ifade ediliyor. 13 Şubat 2012 tarihinde İsviçre'nin Biel/Bienne şehrinde düzenlenen bir söyleşide, bazı verdingkinder tanıkları yaşamları zorda olsa hüzünle anlatmaları da tarihi kayırlardadır.
Yohan: "Benim onlarla birlikte mutfakta yemek yememe asla izin vermezlerdi. Evin yanındaki penceresiz bir kulübede yaşar, yemeğimi de orada yerdim." Verner: "Kışın onlar benim pantolon ceplerimi dikerlerdi, ellerimi cebime sokamazdım. Çalışırsan ısınırsın derlerdi."
Alice: "Okula başladığımda çok mutlu oldum. Çünkü burada kimse bana vurmuyordu."
Peter: "4 yaşında verdingkinder olduktan sonra insanlara inancımı kaybettim. Çok kötüydüler. Her gün sadece çalışmak ve dayak vardı." çıplak ayaklarıyla Alp dağlarında koşuşturan Heidi'nin de aslında bir verdingkinder olduğu söylenmektedir.
İsviçre'nin kalkınmasında büyük emeği geçen çiftliklerin asıl mimarları bu çocuklardır… Bu çocukların sömürülmesiyle hem devlet, hem de çiftlikler zengin olmuştur.
Verdingkinder uygulaması için resmi özür, İsviçre hükümeti tarafından ancak 11 Nisan 2013 tarihinde yapılmıştı...
İsviçre'nin Zürih şehrinde açılan, bu çocuklarla ilgili serginin anı defterine bir genç kızın yazdıkları, bu acı tarihi, zulmün en ağır öneklerinden birini, inanamamanın ve üzüntünün duygusallığı psikolojisinde, çok şeyi anlatıyordu: "Bunlar bizim özgür ve zengin ülkemizde mi olmuş ? Çok üzgünüm..."
Sahi, bize kendi karanlık tarihlerini dahi, imrenilecek masal/hikaye formunda aktarırken, biz, kendi özümüzden kopuşumuzu, kendi özümüzün değerleriyle iftihar etmemiz gerekirken, özümüzden, değerlerimizden habersiz, bilgisiz ve duyarsızlığımızın bedelini öderken, yarına ne kadar hazırız?
İmrendiğimiz batının, üniversitelerinin de, köle ticaretinden kazanılan paralar ile kurulduğunu biliyor muyuz?
ABD'nin Massachussets eyaletindeki Harvard Üniversitesi, önceki yüzyıllarda kölelikle olan bağlarının bir çeşit tazminatı olarak 100 milyon dolarlık bir fon oluşturduğunu,
Bu üniversitelerden en meşhurlarından biri olan, CAMRİDGE üzerinde de kara lekeler olduğunu düşünebilir miyiz?
Transatlantik Köle Ticaretinin günümüz medeniyetinin arka planındaki kaynaklarının, günümüze olan yansımalarını kaçımız düşünüyoruz?
Cambridge Üniversitesi, prestijli kurumun geçmişteki köle ticaretinden nasıl faydalandığını ve ona ne ölçüde katkı sağladığı, Rektör yardımcısı Profesör Stephen Toope, 2 yıl sürecek araştırmanın üniversitenin “insanlık tarihinin bu karanlık dönemindeki rolünü” ortaya çıkaracağını söylemesi dikkate değer değil mi?
Kültürel değerlerimizi korumak için son derece dikkatli olmak durumunda olduğumuzu;
Dizi filmlerin gösteriminin bir tesadüf olmadığını, Türk aile yapısını değiştirme ve dönüştürme projesinin önemli bir parçası olduğunu;
Aile yapımızı bozan çocuk ve yetişkinlere hitap eden bu dizilere müdahale edilmediği, takdirde;
İnsanlarımızın bizi biz kılan değerlerimizin önemine dönük yeterince bilinçlendirilmediği bir süreçte, eğitim sürecinde bilgi yüklemeden vaz geçmeden, bizi biz kılan değerleri ana eksen oturmadığımız takdirde, toplumun genetiğini oluşturan aile kavramının tarumar olacağı nedeniyle, çok geç kalınmış olacağını, aile yapımızın korunmasının, vatanımızın sınır güvenliğinin korunması kadar, hatta daha da büyük bir önem arz ettiğini acizane, haddim olmadan düşünüyorum…
METİN AKGÜN